16 Mart 2009 Pazartesi

ÇABUK GEÇTİ NE ÇARE NİHAT AKKARACA

Paspatur Edebiyat Dergisinin bu sayısında Vefa Önal
arkadaşımın yazmış olduğu iki yazısından birisi 11
şubatta yitirdiğimiz Nihat Akkaraca ile ilgili.Arkada-
şımın bu yazısını aynen yayınlıyorum.

ÇABUK GEÇTİ NE ÇARE NİHAT AKKARACA

Bazı karşılaşmalar vardır, hayatımızı çoğaltırlar,
bazı ölümler vardır hayatımızı eksiltirler.
Nihat Akkaraca ile bundan 23 yıl önce Datça da karşı-
laştığımda, taşradaki soğuk tekdüze hayatıma “cemre”
düşmüş gibi oldu. Aramızda çok güzel bir dostluk,
ağabey kardeş ilişkisi oluştu. Emekli olup yıllar
sonra memleketine dönen bu güzel insan, okumak, yazmak,
araştırmak tutkusuyla ve coşkusuyla dolup taşıyordu.
Sanki emekli olup dinlenmek üzere bir köşeye çekilmiş
biri gibi değil de, işe yeni başlamış idealist bir
“stajyer” kadar öğrenmeye, kavramaya hevesli
görünüyordu.
Onun bu soylu halinin bütün ömründe var olduğunu,
türlü türlü işlerde çalıştığını, kendi kendine
İngilizce öğrenip bir Amerikan üssünde teknokrat
-çevirmen olduğunu öğrenince daha iyi anlayacaktım.
Kendi kendini eğiten, yetiştiren birinci sınıf, bir
“otodidakt” kişilikle karşı karşıyaydım.
Gerçekten de, o durmadan araştırdı, sordu, öğrendi
bu yüzden hep gelişti, mükemmelleşti. O hep bir
şeyler yazdı, çizdi, üretti. Datça’nın tarihsel,
sosyolojik yapısına ilişkin müthiş bilgiler veren
öyküler, yazarak bunları Datça’da Zaman adlı kitapta
topladı. Yerel ve ulusal bağlamda çeşitli dergilerde,
gazetelerde yazdı.
Durmadan soran ve durmadan üreten bir insan olma
özelliğini son gününe kadar korudu. Ama Aklında o
kadar çok gerçekleştirmeyi bekleyen tasarı vardı ki,
ölüm onu bulduğunda bir şeylerin yarım kalmaması
mümkün değildi. Öyle de oldu. Nihat Abimiz’i Şubat
ayında yitirdik öyküsünü yazmayı çok istediği ve
planladığı Kaya Köyü yazamayacak artık.

Ölüm bir gerçek ve er geç buluyor yaşayanı, Nihat
Akkaraca’yı da buldu. Ama işte bazı insanlar
nedense hiç ölmeyecekmiş duygusu verirler insana,
o da öyleydi. Sanki yaşı olmayan birisiydi, zamanla
kayıtlı gibi değildi. O kadar üretken, o kadar etkin
bir insandı ki, o kadar çok yaptığı, yapacağı şey
vardı ki, ölüm bu hayatın gerçeği değilmiş gibiydi,
ölüm bu hayata dokunamazmış gibiydi.
Ama dokundu, hem de pat diye, ansızın. Ölümü hiç
üzerine konduramadığımız Nihat Abimiz aramızdan
ayrıldı.
Ben eksildim. Belki her ölüm kendi ilişki bağlamın-
da acıdır, insanı üzer. Ama her ölüm insanı aynı
derecede derinden eksiltmez. Nihat Abi’nin ölümüyle
hayatımda bir boşluk oluştu. Yıllara dayalı dostumu,
gönül akrabamı, kültür kardeşimi yitirdim.
Ve Nihat Abi’nin ölümüyle şunu bir kez daha anladım:
Dünya bizim yurdumuz değil, sevdiğimiz insanlar
bizim asıl yurdumuz. Onları yitirdiğimizde dünyada
daha az bizimmiş, dünyaya daha az aitmiş gibi duyu-
yoruz kendimizi. Çünkü sevdiğimiz insan öldüğünde,
onunla bizim de bir yanımız ölüyor, yaşamımızın, bir
daha asla tekrarlanamayacak bir yanı ölüyor.
Nihat Abi, söyle bana, Muzaffer Hoca ile birlikte,
seninle, Mesudiye’de yamaçtaki evinde, denize bakarak,
kalamarla içtiğimiz şarapları, saatlerce süren sohbet-
lerimizi, o sevecen sesini nasıl unutabilirim, ballı
neskafeyi, karıştırışındaki zarafeti, tadını çıkara
çıkara yudumlayışını nasıl unutabilirim.
Biz yaşayanlar için ölüm unutmaktır, seni hiç
unutmayacağım.
Biliyor musun, sen gittin ya, ölüm şimdi daha az
korkutuyor, daha az sevimsiz geliyor bana. Ölüm
denen o “muamma” nın içinde çok sevdiğim bir
dostum var diyorum, o var diyorum kendi kendime.
Ölüm beni daha az korkutuyor çünkü daha tanıdık
daha bildik geliyor, senden sonra.
Yeniden gün yüzüne çıkarttığın Datça Manileri’nden
bir tanesi ne diyordu: “Otudum yaktım cigare /
Üstümden geçti teyyare / Bi güzel bakacağdım /
Çabuk geçti ne çare.”
Evet, Nihat Abi daha yapacağın bi çok güzel şey
vardı. Sen, en genç ve hep gençtin ama çabuk geçti
ne çare, çabuk geçti ne çare…

Vefa Önal

Hiç yorum yok: